Alaz / Alev / Alazlama

El arketipinden. Alev, ateş anlamına gelen ‘al’ isim kökünden -ab ekiyle türetilmiştir. Kelime sonundaki ab dönüşerek alav ve alev’e evrilmiştir. -y değingesi ile türetilen ‘yal’ (ışık) gövdesinden ‘yalab/yalap’ ile de aynı eklerle türetilmiştir. Fakat y değingesi birazdan açıklayacağımız üzere anlamı değiştirmektedir. Alab ve yalab’ın sonundaki ab yapısı kelimeyi kendi anlamı üzerine yoğunlaştırıp kapatır. Bunu cümle yapılarından örnekle açıklarsak, biri bize “yapıp ettim” dediğinde yaptığı şeyi tartışmaya açmayacağını, konuşmayacağını, konunun kapalı olduğunu söylemektedir. Alab, al (ateş) kökünden türer ve ateşin bir halini ifade ederken, yalab ise doğrudan ‘al’ kökünden değil de ışık anlamına gelen ‘yal’ gövdesinden türetilmiştir. Yal da nihayetinde al kökünden türemektedir, ancak y- değingesi alan bu kelime yeni bir gövdedir aynı zamanda.

‘Yal’ın, Türkçedeki bir anlamı da “ışık”tır. ‘Al’ köküne y- değingesinin getirilmesi ile türetilmiş olan bu kelime, y izafiyeti ile ateşten çıkan ama ateş gibi de olmayan, yani onun parıltı, ışıltı şeklinde yansıyan formunu anlatır. Yalın, yalım gibi “parlaklık, ışık” anlamına gelen kelimeler de bu anlam alanında kurulurlar.

Türk-Altay inançlarında Yalab, aydınlık anlamında Tanrı’nın göksel bir ismi/sıfatı olarak karşımıza çıkar. Türkçede bugün kullanımdan düşmüş olan peygambere karşılık gelen yalvaç isminin yalvarmakla (dua etmek) olduğu kadar ışıkla, aydınlıkla da ilgili olduğu görülmektedir.

Yine aynı gövdeden türeyen bir diğer kelime de “yalabık” olup, TDK’ya göre “Alevin oynayarak parıldaması, parlama, parıltı”, “parlak, parıltılı, ışıltılı”, “şimşek” gibi anlamlara gelmektedir. Anlam genişlemesi ile “Güzel yakışıklı, sevimli” anlamlarını da yüklenmiştir.  [BTS, “Yalabık” maddesi]. Yalab’ın ikileme hali olan “yalab yalab yanıyordu” cümlesindeki “yalab yalab” ateşin ışığının en parlak olduğu formunu anlatır. Alab/alav/alev ise doğrudan al (ateş) kökünden gelmektedir, ateşin formunu nitelerler. Ancak konuşma dilinde bu sözcüklerin birbirinin yerine ikame edilmesi, ateş ile ışığının birbirine karışması normaldir.

Alaz da el arketipinden gelmektedir. Ateş anlamındaki al isim kökünden türetilmiştir. Bu nedenle yalaz ve alaz iki ayrı kelimedir, ancak iç içe geçmiştir. Her iki kelime de söz dağarcığındaki varlığını sürdürmektedir. Alaz’ın, yalaz’dan farkı doğrudan al isim kökünden türemesidir. Yalaz’ın ışık anlamına gelen “yal” gövdesinden türediğini, ateşle ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Ancak yalab ve alevde olduğu gibi burada da birbirinin yerine ikame olunan sözcüklerle karşı karşıyayız. Şunu söylemek mümkündür: Bu kelimeleri doğrudan ateşi nitelediği yerde alaz, ışığı nitelediği yerde yalaz olarak algılamak gerekir. Zira Türk-Altay mitolojisinde “Alaz Han”, “ışığın koruyucusu” değil de ocağın ve ateşin (ısının) koruyucusu olarak nitelenir. Gökle ve yerle ilişkili olarak karşımıza çıkar. Alaz Han, “Evleri korur. Evcil hayvanların da koruyuculuğunu yapar. Ocak ve içindeki ateşe saygılı davranılmalıdır, aksi taktirde Alas Han kızarak yangın çıkartır. Türklerde gökyüzü büyük bir çadır olarak algılandığı için, yeryüzünün sıcaklığını da o sağlar. Ülker burcunun altı yıldızı göğün altı deliği olarak kabul edilir ve Alas Han oradan sıcak hava üfleyince yaz gelir.” [Karakurt: 2011: 32]. Bu betimlemelerden Alaz Han’ın ocakla, ateşle doğrudan ilgili olduğu, ışık (yal- kökü) ile ilgisinin ikinci dereceden bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü görevi aydınlatmak değil de ısıtmaktır. Alaz ve yalaz kelimeleri eşdeğer gibi görünmektedir, ancak bizce aralarında böyle bir anlam farkı vardır. Buna Moğollarda ‘ateşin koruyucusu’ olarak isimlendirilen “Gal” ile açıklama getirmek mümkündür. Gal, ateş anlamına gelen “al” isim kökünden türemekte olup, kökün başına g/k somutlaştırma değingesini alarak “Gal” ismini oluşturmuştur. Gal da bir çeşit ateşin koruyucusudur; bir başka Moğol inanışı, ‘ocağın koruyucusu’ Golomto Han ile ilişkilidir. Fakat Gal, göksel ve arkaik bir varlık olarak görünmektedir.

Burada etimolojik açıdan önemli olan, bir ismin değingeli hali ile değingesiz halinin farklı anlamlara geleceğidir. Türkçede sesler yoğun bir anlamı yüklenirler, ses değiştiğinde, dönüştüğünde anlam da değişir. Bu değişim ister kökseste, ister değingelerde, isterse eklerde gerçekleşsin anlamın değişeceği açıktır. Bu nedenle örneğin yap, yapı, yapım, yaptım vs. aynı kökten çıkmakla birlikte aynı anlama gelmezler. Her sesin bir işlevi vardır.

Ateşin (al)’ın bir iyi yüzü, bir de kötü yüzü vardır. Bu iki yüz Türk-Altay inanışlarında kendine çelişmeden yer bulabilmiştir. Çünkü ontolojik olarak ateşin işlevi budur. Hayatın devamı ateşe bağlı olduğu gibi aynı zamanda alma, yok etme gücü de vardır. Bu alma, yok etme gücü olumsuz bir güç olabileceği gibi, alazlama tedavisinde görüldüğü üzere sağaltma (hastalığı alma, giderme) olarak da tezahür etmektedir. Ancak ateş sağaltma gücüne rağmen tehlikelidir, kontrolü güçtür, uzakta tutulması gerekir. Burada uzaklaştırmak tamamen ötelemek anlamına gelmemektedir. Zira Türk-Altay inanışlarında ateşe yaklaşılırken saygılı ve dikkatli olmak gerekir. Al Ana ve Al Ata ile albasan, albız (bugün Anadolu’da bir çeşit örümcek anlamında da kullanılmaktadır) gibi kötü ruhlar, al’ın (ateşin) bu yok etme gücünden anlam bularak ortaya çıkarlar.

Al Ana, “Kızıl giysileri olan kızıl saçlı bir kadındır. Kötü ruhlar olan Albıslar’ın başında bulunur. Çirkin, dağınık saçlı, gözleri kanlı, uzun tırnaklı olarak tanımlanır. Deveyle güreşebilecek kadar uzun ve güçlü olduğu söylenir. Bâzen albıs ile özdeş olarak düşünülür.” [Karakurt: 2011: 30].

Al Ata, “Kızıl renkli giysileri olan, kızıl gözlü, yaşlı bir adamdır. Kızıl renkli ve ateş yalımına benzer sakalları vardır. İnsanları kandıran bir varlık olarak görünür. Ala Ana’nın yansıması olarak düşünülebilir. Ancak onun aksine kötülük yapan yönü çok fazla ön plana çıkmaz. Hattâ bâzen ateşin, bâzen de yurdun (çadırın) koruyucusu olarak anılır. Moğol kültüründeki “Gal Han” (veya “Gal Etseg” yani “Ateş Ata”) ile de kökensel benzerlik itibariyle özdeş görülür. Al inancından kaynaklanan kötü bir ruhtur.” [Karakurt: 2011:  31].

Bu inanışlar ateşin alma, yok etme gücünü anlattığı gibi, aldatma yönünü de vurgular. Ateş aldatıcıdır, çünkü geçicidir. Ateşle birlikte düşünülmesi gereken ışık da aynı şekilde yalın ve saf olanı söylediği gibi yalanı, aldatanı da ifade eder.

Alazlama bu nedenle yılancık hastalığına ve kötü ruhların işi olduğuna inanılan sair hastalıklara isim olduğu gibi aynı zamanda bu hastalıkların çaresi, tedavi yöntemidir. Alazlanma, TDK’da hem “Vücutta beliren kızıllık veya kızıl lekeler belirmesi durumu” ve “yılancık hastalığı” anlamıyla hem de “Köpek nefesiyle pislendiği addedilen kabları su ile yıkadıktan sonra, bunların içinde çaput, kâğıt, çakmaktaşı yakarak etrafımızda çevirme” anlamıyla verilir. [BTS, “Alazlama” maddesi]. Alazlanmanın TDK’da aktarılmayan bir anlamı daha vardır ki, yakın zamana kadar Anadolu’da da tedavi yöntemi olarak uygulanan “alazlama”dır.

Alazlama, “Hastalıkları ateşle tedâvi demektir. Bir şeyin üzerinden alev geçirmeyi anlatır. Al anlayışı (Hal/Gal “Ateş” anlamı da dikkate alınarak) ve Alaz Han ile bağlantılı olduğu açıktır. Belki de Alaz Han’ın yardımı istenmektir. Tören başlarken “Alaz!) diye bağırılması bunun açık bir göstergesidir. Alaz kelimesinin eski Türklerde, İslâmiyet öncesinde “Amin!” manasında kullanıldığı da öne sürülen başka bir görüştür. Ateşin temizleyici ve sağaltıcı bir unsur olduğu inancı gereği kırmızı bir bez parçası yakılıp hastanın etrafında dolaştırılır. Tören akşam karanlığında yanan ilk ışıkla birlikte başlatılır. Cansız nesneler aleve tutulur. Canlı varlıkların ise simgesel olarak, değmeyecek bir mesâfeden üzerinden geçilerek dolaştırılır. Ateş, kötü ruhları korkutur ve onları kaçırır. Şaman, ardıç veya başka türden kutsal bir ağacın parçasını dumanlı ateşin içerisine atarak yakar. Evin tütsülenerek kötü ruhların kovulmasına Arçı adı verilir. Anlam: (Al/Hal/Gal/Yal). Ateşten geçirme demektir. Alaz sözcüğü ateş, alev mânasını taşır. Kırmızılık ve kandırma anlamları vardır, böylece belki de kötü ruhların kandırılmasını ifâde eder mecâzen. Azerice hastalanmak anlamında kullanılan “Alızdamak” sözü de bu anlayışla bağlantılıdır. Anadolu Türkçesinde “Alazlama” sözcüğü kızgın demirle dağlamak/yakmak anlamına gelir.” [Karakurt: 2011: 32].

Alazlamanın Anadolu’daki uygulama biçimine ilişkin şu anlatımı kayıt altına almakta fayda vardır: “…Alazlama tanısı koyabilmek için metal kaşık ateşte kızartılır ve hastalıklı yerlere sürülür. Hasta sıcaklığı fark etmezse alazlama tanısı konulur. Konya’da en çok bilinen tedavi şekli yine ateş ve metal ile ilgilidir. Isıtılmış metal kaşık ya da metal bir nesne tereyağı ve bal üzerine sürüldükten sonra hastalıklı yerlere bastırılır. Bu uygulamayı 1960’lı yıllarda Kovanağzı semtinde “Yakmacı kadın” olarak bilinen bir kadının yaptığını görmüştüm. Bu tarihlerde şehir içinde çeşitli semtlerde de “Yakmacı kadın”lar vardı. Alazlama tedavisi için Konya’da uygulanan bazı değişik uygulamalar da vardır. Bu uygulamalar ocak kabul edilen yerlerde yapılmaktadır. Ocaklarda alazlama tedavisi için yapılan bazı uygulamalar şöyledir: Hasta sırt üstü yatırılıp üstüne çul örtülür. Konya’da “güvercin gözü” olarak bilinen süpürge çulun üstünde yakılır. “Alazlamanı süpürüyorum” denilerek, yanmakta olan süpürge ile çulun üstü süpürülür. Bazı ocaklarda hasta yere yatırılıp üstünde çul sallanır ve bilinen sureler okunur. Bir başka ocak uygulaması da şöyledir: Ocaklı olan kişi, hastayı yere yatırdıktan sonra, hastanın üzerine keten döküntüsü, nohut samanı gibi şeyler konulup yakılır ve süpürülür. Bazı ocaklarda ise alazlama aşı kaynatılıp hastaya içirilir. Yatır kabul edilen mezarlardan kırmızı toprak alınıp hastalıklı yerlere sürülür. Ocak kabul edilen bir yerden bir lokma ekmek alınıp tuza batırılır ve hastaya yedirilir…” [Gündoğdu: 4 Ağustos 2017].

Alaz’ın sonundaki -az eki, –ıs iyeliğinin bir varyantıdır. Kelime sonlarında kimi s’lerin z’ye dönüşmesi olağandır. Temel nedeninin sesletim kolaylığı ve dil ekonomisi olduğu kanaatindeyiz. Yağız (esmer, kahverengi, yanık ten) kelimesinde nasıl ki yağ /yak(mak) fiiline nispet edilmekteyse, alaz kelimesinde de al (ateş)’a ve Al Ata’ya nispet söz konusudur.  Fakat s’nin z’ye dönüşmesiyle birlikte iyeliğin niteliğinde de bir anlam değişimi muhtemeldir.

Al

El arketipinden. Al(mak) ilk elden elle ilişkilidir. El, zihnin ilk uzantısı, şeylere dokunabildiği, ulaşabildiği (ulanmak da buradan çıkar), ilk organıdır. Zihnin şeyleri algılamasında, kavramasında, duyumsamasında, dokunmak denilen duyumun gerçekleşmesinde, şeyleri kendi gerçekliğiyle, içerden bir yerden hissetmesinde en önemli uzuvdur. Bir nesneyi alırken elimizi kullanırız. Zihnin tasarladığı bir aleti elle yaparız. Zihin ve ellerimizin ilişkisi bu çalışmanın amacını aşmaktadır. Almak’ın elle mümkün olduğunu söylemekle yetinelim.

Ateş ve ateşin rengi (kırmızı) anlamına gelen ‘al’ın, aynı kökten türeyen, alaz, alev gibi kelimelerin örnekseme yoluyla ateşin alma, yok etme gücünden türediğini, bu nedenle el arketipine bağlandığını kaydedelim. (Bkz.: “Alev/Alaz/Alazlama” maddesi.) ‘Almak’ın kendisinde zaten “yok etme, ortadan kaldırma vb.” anlamları saklıdır. ‘Almak’ın ateş anlamındaki ‘al’a önceliği buradan kaynaklanır. Tüm bu anlamlar el arketipine, elin işlevselliğine yaslanır. (“al”ın geçmişte renk olarak işlerliği için bkz.: el-Kaşgarî: 2007: 137-138).

l teksesinin işlevi iki şey arasında ilgi kurmak, iki şeyi birbirine ulamaktır. Bu nedenle Türkçede kelimelerin başına değinge olarak gelmez. Kaba bir ünlem ifadesi olan “la” oğlanın bozulmuş bir formudur. Kaşgarlı Mahmud, ‘l’ ile başlayan 9 adet kelimeye ve bugün de kullandığımız “la” ilgecine yer verir. Bu ilgecin “oğlan”ın bozulmuş bir formu olduğunu söylemiştik. Kaşgarlı Mahmud’un aktardığı geriye kalan 9 kelime de Türkçe gibi durmaz. Bunlardan “şahin” anlamına gelen “laçin” Türkçedir ama “alaçin”in göçüşmeye uğramış bir formudur. Kaşgarlı Mahmud, “laçin”i “şahin” olarak aktarır; TDK’da “doğan” ve “şahin” anlamlarında kullandığını belirtilir. [“Lāçin” maddesi ve ‘l’ ile başlayan kelimeler için bkz.: el-Kaşgarî: 2007: 339; ayrıca bkz.: BTS, “Laçin” maddesi]. ‘Laçin’in günümüz Türk lehçelerindeki sesletimlerini aktaran Ertan Besli, “laçin”i “…şahin; kartalgillerden, Avrupa ve Asya’nın dağ, orman ve çalılıklarında yaşayan, 50-55 santimetre uzunluğunda yırtıcı bir kuş (Falco peregrinu)” olarak tanımladıktan sonra çağdaş lehçelerdeki biçimlerini Leksika sözlüğüne atıfla, “Kumuk, Tatar, Başkurt, Altay, Türkiye, Azeri, Tuva, Şor Türkçesi: laçın; Kazak, K. Kalpak, Nogay Türkçesi: laşın, ılaşın; Türkmen: la:çın; Başkurt: ılasın; Uygur: laçin; Hakas: Ilaçın” şeklinde aktarır [Besli: 2010: 79, 80]. Nişanyan da “Laçin” maddesinde bu kelimenin bir kısım sesletimlerine atıfta bulunduktan sonra Eski Türkçesinin “alaçin ala kuş?” olup olmayacağına dair soru işareti koyar. [Nişanyan, “Laçin” maddesi]. Bizce Nişanyan, eski sesletimlerinden birinin “alaçin” olabileceğine dair şüphesinde haklıdır. Bu kelime bahse konu kuşun rengine (ala-alaca) atıfla isimlendirdiğini ilk elden söyler. Dolayısıyla “laçin” bir kuş ismi olarak ‘l’ sesi ile başlamaz, önünde bir ünlü vardır, fakat sonradan düşmüştür. Ne var ki günlük dilde laçin kelimesinin kullanıldığını da pek duymayız. Bu sadece şehirlerde yaşayanlar için değil, Anadolu’da yaşayanlar için de geçerlilik arz eder.

Kaşgarlı Mahmud’un aktardığı, “lāgün”, “lāw”, “lēş”, “lītu”, “līyu”, “limken”, “loxtāy”, “luçnut” kelimeleri günümüz Türkiye Türkçesinde yer almadığı gibi, bir kısmının Çinceden Türkçenin bazı lehçelerine geçmiş olabileceğini veya baştaki ünlünün düşmesiyle biçimlendiğini belirtmek gerekir. [el-Kaşgarî: 2007: 339]. Günümüz Türkçesinde yer alan ‘l’ ile başlayan kelimeler ya ekseriyetle Arapça, Farsça ve Fransızcadan ya da başka dillerden gelmiştir.

‘l teksesi’ tam da bu noktada üzerine düşeni yapmaktadır. İki şey arasında ilgi kurduğundan, iki şeyin, yani iki sesin arasında ya da istisnai eklerde kelimenin sonunda yer alması gerekir. –l ek olarak kelime sonuna geldiğinde iki şey arasındaki ilişkiyi bir üçüncüyle kurar. Örneğin; balıkçıl, ardıl, insancıl, barışçıl.  (Ayrıca bkz.: “Akçıl”, “Anacıl” maddeleri).

Bu, Türkçede “l” ile başlayan yeni bir kelime türetilemeyeceğini iddia etmek değildir. Ama bugüne kadar bunun bir örneği yoksa üstlendiği görevin, seslerin arasına ya da bazı örneklerde olduğu gibi sonuna gelerek ilgi kurmasındandır.